BLOG

Nazım Olmak…

15 Ocak 1902 tarihi tüm dünyada sevgiyle, övgüyle anılacak büyük bir şairin doğumuna şahitlik edilen bir tarihti. Selanik, kucağında büyük bir şairi büyütüyordu. Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey, Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği (Konsolosluk) yapmış, döneme göre mühim bir şahsiyettir. Nâzım Hikmet adını, Hikmet Bey’in babası olan şair Nâzım Hikmet’ten almıştır. Nâzım’ın annesi Celile Hanım ise ilk Türk kadın ressamlardan biridir. Eğitimli ve üst tabakadan bir aileye sahip olan Nâzım’ın babası Türk, annesinin aile kökleri ise Polonya ve Almanya’ya dayanmaktadır.

Annesi Celile Hanım, piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Celile Hanım, bir dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa’nın kızıdır. Babasının Sultan Abdülhamit’in yaveri olduğu sırada, saray ressamı Fausto Zonaro’dan resim dersleri alma fırsatı bulmuştur. Hasan Enver Paşa, Polonya’dan 1848 ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki’nin oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı ordusunda subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan ‘Les Turcs anciens et modernes (Eski ve yeni Türkler)’ kitabını yazmıştır.

Nazım şiir aşkına çok erken bulaşır. 1913’te yazdığı ilk şiiri “Feryad-ı Vatan” oldukça beğenilir. Aynı yıl Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) de ortaokula başlar. Aşka bulaştığı derin yıllardır. Sabiha Hanım, Nazım’ın çocukluk çağındaki ilk aşkı Abdülhamit Devri’nin ünlü valilerinden birisinin kızıdır. Nazım, Sabiha Hanım için “Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki” nakaratlı ünlü şiiri yazar:

“Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki
Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben
Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken
Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim
Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim
Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki.”

Bahriyeliler ile ilgili yazmış olduğu şiirlerden biri Bahriye Mektebi tarafından beğenilir ve okula kabul alır. 1918’te Heybeliada Bahriye Mektebi’nden mezun olur. Yaş 17… Nazım yine âşık. Bu kez yeni aşk kahramanı Azize Hanımdır. Nazım Azize’den şiirler yaratır.

“Rüyaya daldıran şarabın sun
Önümde gönlümle gelirken dize,
Şu yanan alnıma bir kere dokun,
Azize, gözleri nurdan Azize!”

1921’de fikirleri ve tavırları nedeniyle orduyla ilişkisi kesilir. Nazım Hikmet ve arkadaşı Vala Nurettin komünizm tutkusuyla 1921’in Eylül ayında Trabzon Limanı’ndan bindikleri bir gemiyle, maceralı bir yolculukla Sovyetler Birliği’ne gider. Moskova’da üniversite eğitimi sırasında İstanbul Nişantaşı’nda komşu oldukları, hem çocukluk hem de üniversite arkadaşı olan Matbuat Umum Müdürü Muhittin Bey ve baldızı Nüzhet Berkin’le karşılaşır. Nazım Hikmet kıskanç bir aşıktır. Nüzhet Hanım’ın Dağıstanlı yakışıklı bir öğrenciyle konuşurken görünce Gövdemdeki Kurt şiirini yazar. Çok geçmeden Nüzhet Hanım’la evlenir. 1922 yılında evlenen çiftin evleri, Nazım’ın eğitim gördüğü KUTV Üniversitesinin öğrenci pansiyonudur. İki yıl sonra özellikle Nüzhet Hanım’ın ailesinin yaptığı baskı nedeniyle ayrılma kararı alınır. Nâzım bunun üzerine kendisiyle özdeşleşen “Mavi Gözlü Dev”, “Minnacık Kadın” ve “Hanımelleri” şiirini kaleme alır. Piraye Hanım için yazıldığı düşünülen “Minnacık Kadın” şiiri aslında Nüzhet Hanım’a ithafen yazılmıştır. Muhittin Bey bu evliliğe karşı çıkmıştır ancak  Nazım’ın ailesi de Nüzhet Hanım’ı istememiştir. Nüzhet Hanım’ı fiziksel olarak beğenmediklerini beyan ederler. Nüzhet ve Nazım bu çatışmaların ardından 4- 5 ay daha birlikte yaşarlar. Nüzhet Hanım’ın sağlık problemleri başlar. O günlerde Nazım’ın yazdığı beğeni alan şiirler 1923’ten itibaren “Yeni Hayat”, “Aydınlık” gibi dergilerde yayınlanır. Aynı yıl Nüzhet Hanım tedavi için önce Bakü’ye gider ve sonrasında da Türkiye’ye döner. Nüzhet Hanım’ın şu sözleri idealist Nazım’da büyük bir düş kırıklığı yaratır: Bizim de herkes gibi bir yuvamız, cici bici bir evimiz olsun istemez misin Nazım? Her akşam ben evimizde seni bekleyeyim, huzur içinde yaşayalım. Sana mı kaldı dünyayı düzeltmek?

1924 Temmuz ayında Nazım da Türkiye’ye döner. Aralarındaki ilişkiyi düzeltmeye çalışsa da istediği gibi olmaz. Bir tiyatroda Nüzhet Hanım, Nazım Hikmet’le karşılaşır ama onu görmezden gelir. Nazım’ı kızdıran bu olaydan sonra bir daha görüşmezler.

Nazım’ın Bahriye Mektebi’nden öğretmeni olan Yahya Kemal Beyatlı’ya da hayranlığı vardır ancak Celile Hanım ve hocasının yakınlığı nedeniyle hayran olduğu üstat ile yollarını ayırır.

1924’te ilk şiir kitabı “28 Kanunisani” yayımlanır. Nazım Hikmet yaklaşık 9 ay sonra 1925 Eylül’ünde ikinci kez Sovyetler Birliği’ne gider, daha doğrusu kaçmak zorunda kalır. Bu kez diş hekimi Yelena Yurçenko’ya (Lena) aşık olur. 1928’te Bakü’de “Güneşi İçenlerin Türküsü” basılır. İstanbul’da Zekeriya Sertel’in yayınladığı “Resimli Ay” dergisinde yazar olur. 1929’da “Putları Yıkıyoruz” başlığıyla bir yazı dizisi hazırlayıp Abdülhak Hamit Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin etkili şairlerine yönelik yaptığı sert eleştirileriyle adından söz ettirir.

1929’da “835 Satır”, “Jokond ile Sİ-YA-U”, bir yıl sonra da “Varan 3+1+1=1” kitapları yayımlanır. 1930’da daha verimli çağlar başlar. 1930’da “Salkımsöğüt” ve “Bahri Hazer” şiirlerini, Columbia Firması’nın talebi üzerine bir plağa okur. Plak büyük ilgi görür. Bu kariyerini parlatan bir hareket olmakla beraber, şiirleri hakkında davalar açılmasına da neden olur.

Açılmış davalar, kendi istediği gibi özgürce ilerletemediği hayatının yorgunluğu ile 1928 yılında Türkiye’ye döner ve ailesinin yanında dinlenmeye çekilir. Dinlenme döneminde sığındığı şiirlerine renk katacak emsalsiz bir aşkın kapısının önüne geldiğinden henüz habersizken Piraye’si, kendi seslenişiyle Hatiç’i ile tanışır. 3 ay tutuklu kalır. Bu sürekliliğini tahmin ettiği tutukluluk hallerini bilen Nazım, Kadınlarla bir daha ciddi bir ilişkiye girmemeye karar verdim. Her an hapse girebilirdim. Kesinlikle evlenmemeliydim.”der ancakkarşısına Piraye çıkar.

Yıl 1930… Piraye, Nazım Hikmet’in kız kardeşi Samiye’nin arkadaşıdır. Piraye’nin annesi ve babası Muhtar Bey ise, Nâzım’ı, komünist olduğu, ömrü cezaevlerinde geçeceği için kesinlikle istemez. 1931 yılı sürekli bu caydırma konuşmalarıyla geçmiş ama iki ailenin uyarıları da bir sonuç vermemiştir. Nâzım aşk konusunda kimseyi dinlemeyen bir adam olduğunu tüm dünyaya kanıtlamıştır.

Nazım aşkın ilk günlerinde yazdığı Mor Menekşe, Aç Dostlar, Altın Gözlü Çocuk şiirlerinde bahsi geçen “altın saçlı çocuk” Piraye’dir.

“EEEEEEEEEY…
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!”

1933 yılında evlenmeye karar verirler. Ama 1933 yılının Mart ayında tutuklanır. Piraye o zamanlar sevgilisidir. Tutuklandıktan 4 ay sonra cezaevi müdürünün sorusu üzerine Nazım nişanlıyım der. Nişanlım benim, yüzüğünü kalbimde taşıdığım, kalbime geçirdiğim sevgili! Sana öyle hasretim ki… Nişanlıncümlesiyle başlar ilk cezaevi aşk mektubu. Nazım her gece saat 21.00 de Piraye saati diye adlandırdığı bir saat boyunca biriciğine mektuplar, şiirler yazar.

Önceleri annesiyle babasının sözünden çıkmayacak gibi görünen, “Benim iki çocuğum var, bu kez gönlümün değil, aklımın sesini dinleyerek evleneceğim,” diyerek bir hayli direnen Piraye de, sonunda gönlüne yenik düşer. Yorgun, umutsuz iki çocuk annesi Piraye ile Nâzım birbirlerine sığınırlar. 1932’de bir adaletsiz karar onları ayırasıya kadar, aşkın mutluluk veren taraflarını dolu dolu yaşar.

Nâzım ve Piraye için her şeyin yolunda olduğu günlerin çoğaldığı mutlu evliliğe bir belge, gölge olmuş. Önce savcılık tarafından “Gece Gelen Telgraf ” isimli kitap için toplatma kararı çıkarılmış. Bu karardan iki hafta sonra ise Nâzım tutuklanmış. 1932’de Nâzım’a art arda açılan idam talebiyle başlayan davada, 5 yıl ağır hapis cezası verilmiş.

Piraye ile birlikteyken başka aşkları da o cezaevi anılarına sığdırır. 1934 yılında Bursa Cezaevi’ne şehir tiyatrolarından tanıdığı Semiha Berksoy onu ziyarete gelince birbirlerine yakınlaşırlar. Aklı Piraye’dedir ama bu durum yeni aşka engel olmaz. Nazım Hikmet yıllar sonra yazdığı İki Sevda şiirinde aslında bu özelliğini dile getirmiştir: Bir gönülde iki sevda olamaz, yalan olabilir.Bu gizli aşk, çifti ayırmaz.

1935’te Nâzım ile Piraye evlendiklerinde Piraye’nin oğlu Fuat, üçüncü sınıf öğrencisidir. Orhan Ezine ile Vedat Başar’ın tanıklığıyla Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde sessiz sedasız bir nikâh kıyılır. Bir tören yapılmadığı için evlendiklerinden kimsenin haberi olmamış. Piraye ve Nâzım, saygılı aşk evliliğinde mutluluk eksik değildir.

Nâzım, Bursa Cezaevi’nden dönünce, önceden olduğu gibi yine Nişantaşı’ndaki İpek Film Stüdyosu’nda çalışmaya başlar. Erenköy’den gidip gelmek bayağı zamanını alır ve yol parası da oldukça masraflı gelmeye başlar. 1936’da Nâzım, Piraye, Memet Fuat, Cihangir’de Güneşli Sokak’taki Mühürdaroğlu Apartmanı’nın yedinci katında minicik bir daireye taşınırlar. Cihangir’deki Mühürdaroğlu Apartmanı’ndaki ev, dönemin ünlü iş adamı olan Nuri Demirağ’ındır.

Kısa süre sonra, Nişantaşı’nda İpek Film Stüdyosu’na çok yakın ama biraz büyük, beş odalı bir apartman dairesine taşınırlar. Cihangir’de oturan Nâzım’ın babasının eşi Cavide Hanım da o günlerde ev arıyordur. Nâzım’ın baba bir ikiz üvey kardeşleri Melda ve Metin ile ev derdinde olan Cavide Hanım ile anlaşıp Nişantaşı’ndaki evi hep birlikte yaşarlar. Piraye’nin kızı Suzan ile Nâzım’ın üvey kardeşi Metin’in yıllar sonra evliliğe dönüşecek olan aşk tohumları da bu yıllarda atılır.

17 Ocak 1938 gecesi, Nâzım Hikmet, halasının oğlu Celâlettin Ezine’nin evinden polislerce alınarak Ankara’ya götürülür. Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde hızla yargılanarak, kanıtlanmış hiçbir suçu yokken 29 Mart 1938’te 15 yıl cezaya çarptırılmıştır. 28 Mayıs 1938’de ise Askeri Yargıtay bu cezayı onaylanır. Bir yıl önce, 21 Haziran 1937’de aklanmayla sona eren bir gizli örgüt kurma davası ise Yargıtayca bozulur. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden görülecek olan davada hazır bulunması için Ankara Cezaevi’nden alınarak İstanbul’da Sultanahmet Tutukevi’ne getirilir.

1938 Haziran ayı sonuna doğru ise Donanma Komutanlığı’ndan gelen görevliler, Nâzım Hikmet’i Sultanahmet Tutukevi’nden alıp kelepçeli olarak Köprü Kadıköy iskelesinden bir motorla Adalar açığında bekleyen Erkin Gemisi’ne götürürler. Önce bir tuvalete, sonra sintine ambarına kapatılır. Donanma Askeri Mahkemesi’ndeki yargılama Erkin Gemisi’nde tam 10 gün sürer. Nâzım Hikmet’e donanmanın inhilal ve ihtilale maruz kalmasına yol açmak istediği için 20 yıl daha ceza verilir. İki ceza birleştirilip yasaya göre gerekli kesintiler yapılınca 35 yıldan, 28 yıl 4 aya iner.

31 Ağustos 1938 günü Sultanahmet Tutukevi’ne geri getirilen şairin bu akla durgunluk veren cezası, 29 Aralık 1938’de Askeri Yargıtay’dan gelen onayla kesinleşir. Böylece Piraye ve Memet’in Nâzım’la aynı çatı altında yaşadıkları mutlu günler de sona erer. Yargıtay Nâzım’ın Harp Okulu Komutanlığı davasında aldığı 15 yıllık cezayı onaylar.

Nâzım’ın uzun cezaevi yılları 1940 Şubatı’nda Çankırı Cezaevine gönderilmesiyle başlar. Çankırı Hapishanesi’nde Kemal Tahir ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile aynı odayı paylaşır. Burada bir yandan, ileride yayımlanacak olan “Dört Hapishaneden” adlı kitabının “Çankırı” bölümünü oluşturacak şiirleri yazıyor, bir yandan da resimler yapar.

Mahpusluk adamın hüzünlü kadını Piraye’nin hikâyesi yeniden yazılmaya başlar. Hapse vuslat arzusuyla gönderdiği kocasını bekleyen Piraye’yi aşkından ayıran başka ve baş edemeyeceği yeni ve kirli bir sebep yaratılır. Nâzım’ın aşk rotası değişir. Dayısının kızı Münevver’in kara dumanıyla Piraye ve Nazım’ın hayatları grileşir. Evlilik acı kapanına dönüşür.

Nâzım 1949’da belli belirsiz af umutlarının oyuncak haline gelmesinden şikâyetçi olmaya başlar. Özgürlük umutlarının Kahramanmaraş dondurması gibi ellerine alasıya kadar gösterilip çekilmesinden tüm mahkûmlar usanmıştır. Kukla gibi olmak, özgürlük sorunu olan insanların umutlarıyla oynanması iyiden iyiye isyankâr yapmıştır onu. Etrafına isyan tohumları saçmadan, kendi içinde kendini kemirir. Mahpusluk hayatı boyunca Piraye, Vanu ile diğer yakınlarından, ahbaplarından sürekli mektup ve ilgi bekler. Cevap gelmeyen mektup için asla yeniden yazma alışkanlığı yoktur.

Cezaevinde Piraye’ye 581 mektup yazar. Piraye tüm mektuplarına daima cevap verir. Bu huyunu bilen yakınları da bunalıma girmemesi için bu hususta dikkatli davranır. Her hususta mektup yazılamazdı o dönemlerde zira cezaevi yönetimi Nâzım’a gelen giden tüm mektuplarını okunur. Hatta Nâzım’a mahpushane arkadaşları Piraye mektuplarından kayıp olanlar için “Şiirleri çok beğenip yengenin mektuplarını iç ettiler zahir,” derler.

Ankara Cezaevi’nde kol saatinin içini boşaltmış ve oraya karısıyla çocuklarının bir fotoğrafını koymuştu Nazım… Artık her zaman gözümün önündeler,” der. Saatin kayışına ise tırnağıyla Piraye yazar. Yıllarca Piraye’nin evinde saklanacak o saat, Nazım’ın çok bilinen bir şiirine konu olur:

Senin adını kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım.
Malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtlı katıa verilmez)
ne de başı bulutlarda bir çınar.
Belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek bana
yasak…”

Etrafındaki herkes mümkün oldukça ziyaret eder, edemez ise mektuplarıyla esaret hayatına eşlik etmeye çalışır. Nâzım bilhassa Piraye’nin nakil edildiği cezaevlerinin bulunduğu illere taşınıp yerleşmesini ister. Oysa bu sandığı kadar kolay bir hadise değildir. Piraye, Nâzım’ın bulunduğu şehirlerde olduğunda, özel izinle sıklıkla görüşmeleri sağlanır ancak evci çıkmasına müsaade edilmez.

Piraye, bir cezaevi ziyaretinde Nâzım’ın ruh halinden oldukça endişelenip çare aramak derdine düşer. Bu sebeple Nâzım’ın en yakını Vala Nureddin’den yardım ister. Vala’ya yazdığı mektubunda Nâzım’ın ölümü düşünecek kadar ruhsal bunalımda olduğunu, bu sebeple sağlığının da en az ruh hali kadar kötü olduğunu söyler.

Celile Hanım oğlundan o güne kadar katiyetle duymadığı cümleleri duyar. Nâzım, annesinin ziyareti esnasında alışılmışın dışında birtakım kasvetli cümleler ile aşırı derecede mutsuz ve endişeli olduğunu hissettirir. Üç senedir yaratıcılığını kaybettiğini, eskisi kadar edebi eser üretemediğini, mektup dahi yazarken zorlandığını anlattığı konuşmasının ardından, yaratamamak, yazamamak durumunun kendisinin ölmesini gerektirecek kadar ruhunu incittiğini hatta aşağıladığını söyler. İnsani ihtiyaçlarına karşı ilgisizleştiğinden bahseder ve bu duruma artık tahammülünün kalmadığını anlatır. Kendisi için en iyi kurtuluşun ölüm olduğunu savunur. Hatta bu intihar girişimini en kısa zamanda gerçekleştireceğini, buna annesinin kendisini hazırlaması gerektiğini beyan eder.

Bu konuşmalar bir anne için şüphesiz dayanılmaz bir yürek acısı yaratır. Üstelik bu durumu değiştirecek elinde bir çare de yoktur. Bir evladın dört duvar ve soğuk parmaklıkların içerisinde kanadı kırılmış bir kuş gibi çırpınıyor olması dışarıdan seyreden eli kolu ulaşamayan bir anne için tarifsiz bir keder olmalı. Celile Hanım, bir çare olur düşüncesiyle çırpınırken derhâl yardım için Vala’ya bir mektup yazar. Mektubunda Nâzım ile yaptığı tüm konuşmayı aktarır ve çaresizliğini anlatır. Oğlunun gerçek ve şiddetli bir bunalım içerisinde intihar eğilimi gösterdiğini söyler hatta bir akşam revirden çaldığı uyku ilaçları ile intihar etmeye kalkıştığında, arkadaşının son anda müdahalesiyle kurtulduğunu yazar. Revir görevlisi Vehpi Bey’den nöbetlerinde Nâzım’ın, bağırıp çağırdığına, hatta kendisini parçaladığına şahit olduğu hikâyesini dinler ve bunu da Vala’ya yazdığı mektubunda uzun uzun anlatır. Bu sinir buhran halinin Nâzım’ın bir hastaneye sevk edilmesi hususunda bir faydası olup olamayacağını sorduğu mektubunda bu konuda da kendisinden yardım istediğini beyan eder. Nâzım’ın bu mektup detaylarından haberi olmaması konusunda Vanu’yu sıkı sıkı tembihler.

Nâzım bilhassa annesini bu durumu kimseyle paylaşmaması konusunda uyarmıştır ancak Celile, gözü yaşlı bir anne olarak çaresizliğinde bir derman arayışı içerisine girmiştir. Oğlunu ölüme ve bu buhranlı hayatın içine terk etmek Celile için kabul edilir bir şey değildir. Vala Nureddin, elbette bu mektup karşısında tepkisiz kalmaz ancak elinden pek bir şey gelmez.

 Nâzım’a asıl bunalım üzerine bunalım yaşatan Piraye’nin varlığına rağmen âşık olduğu dayısının kızı Münevver’in kocasına geri dönmesidir. Bu süreçte Münevver’den umudu kestiğinde yeniden Piraye’nin gönlünü kazanabilmek için ciddi bir çaba içerisine girer. Her şey yolunda giderken bir gün Münevver yeniden Nâzım’ın karşısına dikilir ve kocasını kati surette terk ettiğini söyler. Nâzım bütün bunalım hallerini unutturacak bu havadisi alınca yeniden eski sağlığına ve yazma kabiliyetine kavuşur. Piraye’yi derin bir keder denizine çeken bu birliktelik Nâzım’ın ruh sağlığını düzeltip yeniden bir doğuş etkisi yaratır. Piraye için zor ve geri dönüşü olmayan keder dolu yıllar başlamıştır.

Nazım’ın cezaevi yılları bittiğinde vuslat durağı artık Münevver’dir. Ona yazdığı ilk şiiri Sen şiiridir:

“Sen esirliğim ve hürriyetimsin,
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
sen büyük, güzel ve muzaffer
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin…”

Nazım 15 Temmuz 1950’de tahliye olur. 23 Mart 1951’de Piraye’den boşanır. 3 gün sonra Münevver bir oğlan doğurur. Nihayet Münevver ile evlenir.  Mutlu bir aile yaşamı beklerken yeniden ülkeden kaçmak zorunda kalır. 49 yaşındaki Nazım’ı askere almak isterler, arkasında farklı şeyler olduğu haberleri üzerine 17 Haziran 1951’de bir tekneyle gizlice Varna’ya, Bükreş’e ve en sonunda Moskova’ya gelir. Münevver bebeğiyle Türkiye’de Nazımsız kalır. Nazım 1952’de Çin’de geçirdiği ilk kalp krizinden sonra Moskova’ya döner ve hayatına doktor Galina Kolesnikova girer. Nazım ise yüreğinde evlat hasreti varken doktoruyla büyük aşk yaşar. Münevver çoktan unutulmuştur.

Galina’da  Nazım’ın fırtınalı hayatında tutunamaz. Kendinden 30 yaş küçük sarışın bir genç kız, 1955’te hazırladığı bir film için Nazım’dan yardım ister. Adı, Vera… “Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı bu kız,” İlk görüşte Nazım’ın kalbine girer. Vera Nazım’ı tanıdığında tıpkı Münevver gibi evlidir ve bir çocuğu vardır. Ayrılır. 18 Kasım 1960’ta Nazım’la evlenir. Artık tüm şiirleri Vera içindir:

“İçimde mis kokulu
Kızıl bir gül gibi duruyor zaman,
Ama bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş,
Çoğum gitmiş de azım kalmış, umurumda değil”

Kalp krizi sonrasında doktoru Nazım’a “Aşksız 10 yıl yaşarsın, aşık olursan 3 yıl” demiştir. Doktor haklı çıkar. 3 Haziran 1963 günü büyük şair bu muhteşem şiirlerini ve son aşkını bırakarak bu dünyadan ayrılır. Pasaportunun içinden el yazısıyla yazılmış şu şiir çıkar:

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.